Sosyal ağlar :

DİL

PRATİK BİLGİLER

» Amortisman Sınırı
» Vergiden Müstesna Yemek Bedeli
» Emlak Vergisi Oranları
» Fatura Düzenleme Sınırı
» Değer Artış Kazançları İstisna Tutarları
» Kıdem Tazminatı Tavanı
» Usulsüzlük Cezalarına Ait Cetvel
» Yıllık Ücretli İzinler

MUHASEBE STANDARTLARI

Ülke içinde kullanılan muhasebe standartlarını uluslararası standartlarla bütünleştirebilmek için 1995 yılından bu yana 43 uluslararası muhasebe standardı Türkiye’ye ...

T.C. RESMİ GAZETE

   HOBİ

MADDE DIŞI YAŞAM

 Dünyanın fizik küre olarak bundan 4,5 milyar yıl önce güneş sistemiyle birlikte nasıl oluştuğu kozmolojinin konusuna girer. Dünyanın başlangıçtaki atmosferi, şimdikinden çok farklı olarak, başlıca; metan, su buharı, amonyak, siyan hidrik asit ve karbondioksit gazlarının bir karışımından oluşuyordu. Bu gazlar, bir yandan elektrikle yüklü atmosferi durmadan alt-üst eden fırtınalar içinde ardı arkası kesilmeksizin çakan şimşeklerin, öte yandan; daha yeni erimiş kızgın bir kütle halinde bulunan dünya gövdesinden yayılan muazzam sıcaklığın ve güneşten gelen türlü ışınların taşıdığı son derece yüksek titreşimli enerjinin etkisi altında proteinlerin yapıtaşları olan aminoasitleri oluşturmuşlar, bunlar da çeşitli şekilde birleşerek uzun protein moleküllerini meydana getirmişlerdir.

 

 

Günümüz Jeoloji bilimine göre yeryüzünde ilk canlının ortaya çıkışı oldukça karmaşık kimyasal bir ortamın (prekambriyen) yavaş yavaş gelişmesini izler. Bu ortam, organik olmayan işlemler sonucu ortaya çıkan aminoasitler, şeker ve başkaca, biyolojik olarak önemli maddelerden oluşan organik moleküllerle dolu bir tür “organik çorba”dır. Böyle bir ortamdaki birikme, gelişme ve farklılaşma olayları milyonlarca yıl sürer(kimyasal evrim). Bu evrenin doruk noktasına erişmesi, yani cansız moleküllerin, her nasılsa canlı organizmalara dönüşmesiyle “organik evrim” başlar…

 

 

 

Zaman içinde gitgide daha karmaşık hale gelen bu moleküller ise, sonunda; yaşamaya, yani bizim canlılık ya da yaşam/hayat adını verdiğimiz belli tepkilerde bulunmaya başlamışlardır. Söz konusu birleşmelerde enerjinin yanı sıra, bazı maddelerin(örneğin, “silikatlar”ın) katalitik bir rol oynadıkları sanılmaktadır. Buradan da anlaşılmaktadır ki; dünya üzerinde ilk canlılar, gezegenin atmosferini ve okyanuslarını dolduran bu kimyasal bileşiklerden gelişmiştir ki bunların hemen hemen hepsi bu gün bizler için öldürücü zehirden başka bir şey değildir.

 

 

 

Yukarıda özetlediğimiz bu hipoteze bilim insanları şu gerçeklerden hareketle varmışlardır;

 

 

 

1- Dünya üzerindeki tüm organizmalar iki çeşit moleküle bağlıdır. Aminoasitler ve nükleotidler. Bu iki tür molekül yerküre üzerinde canlılığın yapı bloklarıdır.

 

 

 

2- İlim insanları(örneğin, Stanley MILLER) dünyanın en ilkel atmosferinde bulunduğu tahmin edilen gazları bir araya getirerek hayatın bu yapı bloklarını elde etmişlerdir.

 

 

 

3- Virüsler hayat ile cansız madde arasında bulunan garip yaratıklardır. Virüsler üzerinde yapılan incelemelerde hayatın, cansız kimyasallardan ortaya çıktığı görüşünü destekler niteliktedir.

 

 

 


MILLER – UREY Deneyi,1953

 

 

 

Bununla birlikte aynı yapı taşlarının, değişik koşullar altında değişik yaşam formları oluşturacakları da olasılık dışı değildir. Bu konuda astronom Prof. Dr. Carl SAGAN şunları söylemişti: “ Eğer aynı koşullar altında hayatı dünyada yeniden başlatmak mümkün olsaydı, bu günküne aynen benzeyen canlı şekillerini asla göremeyecektik. Dünyanın tekâmül yolunda, başka gezegenlerdeki canlıların ortaya çıkışını andıran birçok olay olmuştur.”

 

 

 

Dünya Dışı Canlılık
Yaşamın temel kimyasal maddeleri ya da “yaşamsal unsurlar” günümüzde radyo-teleskoplarla görünen evrenin her yerinde keşfedilmiştir. Bu yaşamsal unsurlar(amonyak, karbon monoksit, formaldehit, etil alkol ve su) evrenin çeşitli ve değişik ortamlarındaki, değişik koşullar altında, değişik yaşam formları oluşturmuş olabilir.

 

 

 

Bu bakımdan dünya dışı canlılık söz konusu olduğunda, sadece dünyadaki yaşam koşulları açısından evrenlere bakmak kısır bir görüş sağlayacaktır. Maddeci zihniyetin gereği her nedense hep alışık olduğumuz koşullar altında bir yaşamsal gelişim ve canlılık düşünürüz genellikle. Bu, elbette ki gerçek anlamda bilimsellikle ve açık görüşlülükle bağdaşmayan bir tutuculuktur. Bu konuyla ilgili olarak Maryland Üniversitesi’nden egzobiyolog(dünya dışı canlılık bilimcisi) Cyril PONNAMPERUMA, “Sıcak su kaynaklarında ve yoğun asitlerin içinde bile hayata rastladık.” demiştir.

 

Dünya insanı(beşer) yüzyıllar boyu çeşitli koşullandırmalar, dogmalar ve hatta yüzde yüz doğruluğuna inandığı bilgiler çerçevesinde yaşam ve canlılığı daima dünyadakine benzer şekilde düşünmek eğiliminde olmuştur. Kimimize göre “oksijensiz bir yaşam ya da canlılık olamaz…”. Kimisi “susuz yaşam”ı bir türlü düşünemez. Kimimize göre de,“ultraviyole radyasyon olmazsa olmaz.” dır. Cornel Üniversitesi’nden Prof. Dr. Carl SAGAN, yaşam ve canlılık konusunda böyle katı önyargılar öne sürenler için; “oksijen mutaassıbı”, “su mutaassıbı”, “ultraviyole mutaassıbı” ifadelerini kullandıktan sonra bu konudaki düşüncelerini şöyle belirtmişti:

 

 

Aslında canlılık, gerçekten de dünyadakinden tamamen değişik koşullarda ve ortamlarda gelişebilir. Bu, çok eski zamanlarda, atmosferimizde oksijen bulunmadığı devrelerde(gezegenimizde de) böyle olmuştu. O devrelerin ilkel canlıları için oksijen zehir etkisinde bir elementti. Bu bakımdan örneğin; Mars’taki organizmalar yaşamlarını sürdürebilmeleri için karbondioksit gereksinimi içinde bulunabilirler. Mars’taki yaratıklar ultraviyole radyasyonu kendileri için dayanılmaz bulduklarından pekâlâ vücutlarının üzerinde silikat kabukları geliştirmiş olabilirler. Belki de Mars Gezegeni’nde herhangi bir ultraviyole radyasyonun saptanamamış olmasının nedeni, böyle kabuklu canlıların bunu atmosferden emmiş oldukları olabilir…”

 

 

 

Evrenlerde sadece dünya üzerinde hayatın olamayacağını, canlılığın; evrende, hatta galaksimiz Samanyolu içinde yok denecek kadar küçük olan gezegenimizle sınırlanamayacağını, öteki güneşlerin(yıldızların) çevresinde dönmekte olan irili ufaklı gezegenler(ve hatta onların uydularında bile) oraların biyokimyasal ve fiziksel koşullarına uyum sağlamış canlıların bulunması gerektiğini zamanımızdan çok önceleri de düşünenler ve bunu ifade edenler olmuştur. Bugün bilinen dünya tarihi içinde bu konuda düşünenlerin birisi, (M.Ö 4 YY) Epikür filozoflarından Metrodoros’tur. Ünlü düşünür bu konudaki görüşünü şöyle bir benzetmeyle ifadeye koymuştur: “Uçsuz bucaksız uzayda meskûn yer olarak sadece dünyayı düşünmek, ekilmiş bir tarla tohumdan sadece bir tek danenin yeşereceğini düşünmek kadar abestir.”

 

 

 

Günümüze daha yakın yüzyıllarda(1600’ler) zamanın filozoflarından Giordano Bruno, “Evrende sayısız güneşler var; her birinin çevresinde dönen dünyalarda var. Bu sayısız dünyalar canlı yaratıklarla meskûndur.” Sapmış Kilise dogmasının zulmü altında inleyen, o zamanın Avrupa toplumu bu kadar değişik fikirleri kaldıracak olgunluk ve hoşgörü düzeyinde değildi. Bundan dolayı ve daha çok, Bruno’nun bu ve benzeri ifadeleri kilise dogmasıyla bağdaşmadığı için “dine aykırı” gerekçesiyle Bruno yakılarak öldürülmüştü.

 

 

 

18.YY astronomlarından Johann Elert Bode, dünyadan başka gezegenlerin de meskûn olabileceğini düşünmekle kalmamış, Mars’taki varlıkların, dünya beşerinden spritüel bakımdan daha yüksek düzeyde bulunmaları gerektiğini tahmin ile bunu ifade etmiştir. Bir Amerikan diplomatı olan Percival Lowell’in dünya dışı canlılık konusundaki görüşlerini H.G Wells dramatize ederek “The War of the World” (Dünyaların Savaşı) adlı romanı yazmıştı.

 

 

 

Canlılığın Başlangıcı
Günümüzde, yaşamın kökeninin dünya dışında bulunması gerektiğini ileri süren teorilerin sayısı giderek artmaktadır. Gerçek anlamda bilimsel zihniyetin ürünleri olan bu teorilerden bazılarına göre, dünyada canlılığın başlangıcı 4,5 milyar yıl öncelere kadar gitmektedir. Bilindiği kadarıyla, o zamanlar yeryüzü; su buharı + hidrojen + metan + amonyak gazlarından oluşan bir atmosfer zarfıyla çevriliydi. Güneşin ultraviyole radyasyonu, atmosferde sürekli çakan şimşekler ya da volkanlardan kaynaklanan yüksek ısı nedeniyle atmosferi oluşturan moleküller parçalandı ve yeni yeni bileşikler ortaya çıktı. Bu yeni moleküllerin okyanuslara karışmasından sonra, hayatın ve proteinlerin yapı blokları olan aminoasitler ortaya çıktı. Aminoasitlerin bu şekilde oluşumunu S. MILLER yapay ortamda göstermişti. İlk aminoasitlerin ve nükleik asidin oluştuğu 4,5 milyar yıl öncesinin okyanuslarına “prebiotic soup”(ilkel çorba) denmiştir.

 

 

 

İşte benzer şekilde bir oluşumun, evrenleri dolduran sayısız gezegenlerin hiç değilse bazılarında da olabileceğine dair kanıtlar giderek artmaktadır. Yukarıda aktardıklarımıza benzer biyokimyasal kombinasyonlar dünyadakinden çok daha eski zamanlardan beri, başka dünyalar üzerinde niçin olmasın? Yerküremiz üzerine uzaydan yağmakta olan meteorit bombardımanının % 2’si belirli organik ya da karbonca zengin bileşiklerden oluşmaktadır. Bunların bazılarında aminoasitler, hatta fosilleşmiş mikroskopik canlılar bulunmuştur. Egzobiyolog C. Ponnamperuma Avustralya’ya düşmüş olan bir meteoritte 17 ayrı aminoasit saptamıştır. Zaten dünyada bilinen aminoasitler 20 kadardır.

 

 

 

Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi, yaşamın temel kimyasıyla ilgili elementlerin güneş sisteminin de dışında bulunabileceği konusunda kanıtlar gün geçtikçe artmaktadır. Radyo-astrominin uzayın derinliklerini dinleyip duran büyük kulakları, oralarda; su, etil alkol, formaldehit, karbonmonoksit ve amonyak gibi, bugün hayatın yapı blokları olarak bilinen maddeleri saptamış durumdadırlar. Bir zamanların ünlü astronomlarından Prof. C. SAGAN, “Hayatın yapı blokları uzayın her yerinde bulunmaktadır.” Diyordu. Evrenin dört bir yanında saptanmış olan bu yapı bloklarından, oraların mekan koşullarına uygun hayat formları türemiş, bir tür canlılık ortaya çıkmış olabilir. Evrenin herhangi bir yerindeki dünya dışı hayatın, aynı yapı bloklarından olsa bile dünyadakine aynen benzemesi zorunluluğu yoktur. Bu konuda Prof. C.SAGAN’ın sözlerini yeniden düşünmekte yarar görüyoruz: “Dünyadaki hayatı yeniden; hatta aynı fizik koşullar altında başlatmak mümkün olsaydı, bugünküne aynen benzeyen canlı şekillerini asla göremeyecektik.”

 

 

 


Radyo Teleskobu

 

 

 

Bu neden böyledir? Çünkü dünyanın kimyası bugün, yaşamın oluştuğu 4,5 milyar yıl öncesiyle aynı değildir; yaşamın kendisi tarafından doğal olarak değiştirilmiştir. Yaşam, başlangıçtaki dünyanın atmosfer ve okyanuslarında bulunan en genel moleküllerin uğradığı en olası değişiklikler sayesinde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, evrende bulunan ve dünyanın kimyasına az çok benzeyen ve aşağı yukarı güneşimiz gibi bir yıldızın ışığında yıkanan her gezegen, dünyada olduğu gibi canlılığı ortaya çıkarmak zorundadır. Amerika’nın en ünlü bilim yazarı Dr. Isaac Asimow bu konudaki görüşlerini şöylece ifade etmişti:“Uzayın derinliklerinde yaşam sadece bir olasılık değil, kaçınılmaz bir olgudur.” İşte, Asimow’un belirttiği bu “olmazsa olmaz”dan dolayı, birçok astrofizikçi ve astronom; evrenlerde, üzerinde yaşam bulunan birkaç milyon gezegenin var olduğu kanısındadır. Bununla birlikte yaşam ve canlılık önce terim olarak açıklanması gereken kavramlardır. Şöyle ki; bir madde olarak ortaya çıkmış olan bir kompozisyonun hayattar olduğunu kabul edemiyoruz. Hayatı bir başka anlamda alıyoruz. Hayatı, doğrudan doğruya maddenin kendisinin canlılık dediğimiz bir vasıfla müşterek olmasına bağlıyoruz.

 

 

 


DNA Sarmalı

 

 

 

Hayattâr Olabilmek…
Hayat sahibi olabilmek, canlı olabilmek sadece maddesel yapıyla olası değildir. Bu maddesel yapıya etki eden bir başka vasfında mevcudiyeti kaçınılmazdır. Bu durumda, “evrenlerde hayat” deyince, maddeyi etkisi altına alan, onu başkasından ayıran ve ona ayrıca vasıflar izafe ettirmemizi gerektiren bir gücün daha eklenmesi gerekir. Bir dioksiribonükleik asit(DNA) zinciri üzerinde aminoasit oluşması ve birtakım kimyasal kompozisyonların bu zincire bağlantılar halinde uzanıp gitmesiyle bir hayatın oluşması olası değildir(söz konusu etki olmaksızın). Laboratuarda metan gazının yüksek ısı derecelerinde hidrojen basıncı altında bir takım asitler vermesi demümkün hale getirilmiştir. Ancak bu yapıları, hiçbir zaman hayattar yapılar ve “canlı bir yapı” şeklinde kabul etmek olası değildir.

 

 

 

Biz burada “evrenlerde hayat” dediğimiz zaman, şuurlu ve insan düzeyindeki akıllı yaşam formlarından söz etmiş olacağız. Evrenlerde yaşamın, bu anlamda insan idrakiyle bir yaşamın sadece ve sadece yeryüzüne ait olabileceğini kabul etmiyoruz. Çünkü sadece görebildiğimiz evrene göre, dünya dediğimiz kürenin; hem ömrü, hem çapı, hem de kitlesi o kadar küçüktür ki, bu ölçüleri sadece görebildiğimiz evrene oranladığımız zaman, insan düzeyindeki şuurlu yaşam formlarının sadece ve sadece bu zerre üzerinde oluşmuş olduğunu kabul etmek sadece mantık dışı değil, aynı zamanda abestir de… Çünkü evrenler, dünya koşullarıyla aynı düzeyde, ondan daha kusursuz, bizim anladığımız şekilde bir insan canlısının yaşamasına elverişli koşulları içeren, milyarlarla ifade edilebilecek yapılarla doludur. Bu tür(yaşama, canlılığın ortaya çıkmasına elverişli) koşulları kendi üzerinde toplamış olma vasfını sadece küçücük bir gezegene bağlamak son derece bencil ve dar görüştür.

 

 

 

Uçsuz bucaksız evrenlerde, canlıların ne şekilde ortaya çıktığını ifade etmek, bizim konumuzun ana temasının dışındadır. Evrenlerde insanın(değişik şuur düzeylerindeki varlıkların) yaygın olacağını kabul etmek daha mantıklıdır. Onun yaşamasına uygun ortamların sınırsız derecede çok olabileceği sadece mantıksal değil, matematik bir zorunluluktur da. Bu teke indirgemeye hemen hemen imkân yoktur. Çünkü evrenler(sadece bizim şimdi algılayabildiğimiz evren bile) yerküreye göre tasavvur edilemeyecek, hesaplanamayacak kadar sonsuz ve sınırsız olan olanaklar, olasılıklar ve yapılar ortamıdır. Bu anlamda, dünya dediğimiz bir gezegen üzerinde, insan formunda bir canlı ortaya çıkmışsa, bunun sadece dünyaya özgü olduğunu söylemek; sadece mantıkla değil, bilimsel verilerle de bağdaşmaz. Çünkü insan bedeni bir bakıma; karmaşık ve son derece ileri bir aklın/tekniğin ürünü ama bir bakıma da, yine bazı noktalardan, kendisinden ileride çok daha kompleks yapıların var olabileceğine ipuçları veren bir yapıdır.

 

 

 

Şöyle ki; bugün beden yapısı, dışsal etkileri algılamak için beş algılaması olan bir organizmadır. Fakat eğer bu yapıda başkaca tesirlerin alınmaları da murad edilirse; örneğin, bir takım elektromanyetik dalgaların algılanması gerekseydi, bu takdirde insanın gözü, kulağı, dili ve burnu ile algıladığı etkilerin dışında bu dalgalarında algılanmasına yarayacak ve hem de geliştirilmiş bir organa ihtiyaç olacaktı. Benzer şekilde(sayılarını çoğaltabileceğimiz) başka türlü, farklı titreşimli tesirlerin de algılanmasına yarayacak organlara gereksinim duyulması durumunda, ortaya çıkacak olan form, beşer formundan daha kusursuz ve daha tekâmül etmiş durumda ve kapasitede olacaktır.

 

 

 

Biliyoruz ki, “konuşma” dediğimiz; düşüncelerimizi seslendirmemize yarayan etkinlik; dil, nefes borusu, ciğerler ve kulak gibi bir takım organları gerekli kılar. Oysaki beyinden beyine düşünce aktarımında ise bunlara gerek yoktur. Eğer varlıkların bu tür ara organları kullanmadan, düşünceleri tüm berraklığıyla birbirine aktarmaları gerekseydi; o zaman alın üzerinde, kafa üzerinde ya da kafanın herhangi bir noktasında, düşünce ve duyguları çok kısa frekanslı biyo-elektrik dalgalarını alabilecek bir organ da geliştirilmiş olacaktı. Bu tür yapıdaki bir insan, bizim anladığımız ve bizlerden çok daha mütekâmil bir insan formu ortaya koymaz mı? Bunların daha ötesindeki algılamalara layık görülmüş olan bir beden formu ise, kuşkusuz ondan üstün olurdu. Dünya beşer tipini, evrenlerin en mütekâmil insan formu olarak kabul etmemiz için elimizde bunu kanıtlayacak bilgiler var mı? !

 

 

 


Hubble Teleskobu

 

 

 

Günümüzde teleskopların görüş alanı içinde yaklaşık olarak 100 önünde 18 sıfır adet yıldız bulunmaktadır. Hubble Teleskopu’nun devreye girmesiyle bu rakam biraz daha büyüdü elbette…Bu yıldızların binde birinde yaşam ve canlılık için elverişli koşullar olduğunu kabul etsek, geriye 100 önünde 10-12 sıfır adet yıldız kalıyor… Bunların da binde birinde yaşama uygun atmosferin bulunduğunu farz etsek, geriye 100 önünde 9-10 sıfır adet yıldız kalmaktadır. Daha da ileri giderek, bunlarında binde birinde yaşamın ortaya çıktığını varsayarsak, şu anda üzerinde yaşam ya da canlılık olan 100 milyon gezegen bulunması gerektiği ortaya çıkar. Teleskoplar geliştirildikçe(Hubble örneğinde olduğu gibi…) görülebilen yıldız sayısının da arttığını burada anımsamakta yarar görüyoruz.

 

 

Bu arada, eğer evrenlerde yeryüzünden daha yaşlı ve yeryüzü koşullarını yaşayarak evrimleşmiş gezegenler varsa, o gezegenler üzerinde tezahür eden varlıklar, bu günkü dünya beşerinin vardığı evrim düzeyini çoktan geçmiş olmalılar… O gezegenlerdeki zeki varlıklar; şuursal gelişimlerini, kendi gezegenlerinden daha genç olanlarda yaşayan zeki varlıklardan çok daha önce geçirmiş olacaklarından, uzaya açılma konusundaki öncelik de hiç kuşkusuz o şuurlu varlıkların olacaktır. Dünya beşeriyeti bugün bilinen teknolojik aşamaya geldiğine göre, gezegenimizden çok daha kadîm zamanlarda bu evrimi geçirmiş olan bir gezegendeki varlıklar, acaba şimdi hangi evrim düzeyinde bulunmaktadır ?!